22 Aralık 2014 Pazartesi

Engereğin Gözü - Zülfü Livaneli

Engereğin Gözü
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap
147 Sayfa
Puanım:★★★
   
    Topkapı Sarayı'nın ve hüküm sürdüğü yıllar boyunca her karış toprağın, canın ve malın sahibi Osmanlı Hanedanlığı. Sarayın hareminde hadım edilmiş Habeşli bir harem ağası ve onun biricik efendisi, ömrünü kafeste öldürülme korkusuyla geçirmişken birden tahta oturmuş ama annesinin oyunlarıyla tekrar bir odaya hapsedilmiş padişah. İşte sarayın soğuk ama ihtişamlı havasında geçen olayların baş kahramanları bunlar.

   Başlamadan belirtmem gerekirse kesinlikle tarihi bir roman değil Engereğin Gözü. Topkapı Sarayı'nı dekor olarak kullanarak ve bu dekorun önünle sergilenen köle-efendi ilişkisini anlatıyor bu kitap. Olayların tamamı harem ağasının dilinden ve onun düşüncelerinden aktarılıyor. Birazcık araştırma sonucunda yazarın hangi dönemi kaleme aldığı anlaşılsa da kitapta hiç kimsenin adından bahsedilmiyor. Anlatılan olayların iskeleti gerçek ama Zülfü Livaneli burada ustalığını konuşturmuş, karakterin adlarından hiç bahsetmemiş ve tarihin kişilere dayalı kabuğunu kırarak bize olayın özünü görmemizi sağlamış. Bunu o kadar güzel yapmış ki okurken tarihi romandan çok insan ilişkileri irdeleyen ve insanın karmakarışık ruh dünyasına doğru masalsı bir yolculuğa çıktım.

    Kitapta dikkatimi en çok çeken satırlar, insanın olaylara bağlı olarak değişen düşünce yapısı ve psikolojisiydi. Önce, efendisi olan padişaha gönülden bağlı olan harem ağası, onun hapis edilmesinden sonra katlettiği insanları düşünerek ondan nefret etmeye başlıyor. Ancak bu durum da uzun sürmüyor, değişen olaylar sonucunda kendisini  padişahla eşit olarak görüyor ve acıma duygusuna kapılıyor. En sonunda da kendi açısından padişahı ermiş olarak görmeye başlıyor. Sonlara doğru da eski efendisini unutup kendine yeni bir efendi buluyor.

   İnsanların güce neden bu denli hayran olduklarını, iktidar sahibine karşı duyulan derin hayranlığın aslında insanın kendini küçük ve değersiz görmesi yüzünden süregeldiğini çok güzel anlatmış Livaneli. İnsan farklı bir canlıdır ve iç dünyası hiçbir zaman durağan değildir. Kendi içinde sürekli gelgitler yaşar. Benim savım, hemen hemen herkes bunun farkındadır; ama çok az kişi bunu sorgulamaya, düşünmeye başlar. Harem ağası da zaman zaman bunu yapmaya başladı, hayatını ve çevresini akıl süzgecinden geçirdi ama iktidar, ihtişam ve belki de bireyselliği silen bir eğitim görmesi onu bu yoldan geri aldı.

   Engereğin Gözü, Zülfü Livaneli'nin yazdığı olmasa da yayımlanan ilk romanı. Bu kitabı bitirmemle birlikte Zülfü Livaneli'nden okuduğum üçüncü kitap oldu. Okuduğum üç kitabında da olaylara bakışını ve anlatışını çok beğendim. Daha önce hiç Zülfü Livaneli okumayanlara tavsiye etmeyebilirim ama en azından birkaç kitabını okuyanlara tavsiye edeceğim bir kitap Engereğin Gözü. Sarayın entrika dolu ve büyülü yaşamında bir kesit sunan, okurken çok hayrete düşürmese de düşündüren bir kitaptı benim için. Yazımı burada bitiriyorum ve kitap okuyanların çok iyi bildiği, her bir kitapta yeni insanlar tanımaya ve yeni dünyalar keşfetmeye devam etmek istiyorum. Hoşça kalın :)




*Görseller www.kamilaslanger.com adresinden alınmıştır.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Doğu'nun Limanları - Amin Maalouf

Doğu'nun Limanları
Amin Maalouf
Çeviren: Saadet Özen
183 Sayfa
Puanım:★★★

    Doğu... Bizim için hiç yabancı olmayan, hemen hemen her gün duyduğumuz ve kullandığımız bir kelime. Evet, bazen kabul etmesek, kendimizi dışlasak bile bizim de özümüzde, genlerimizde Doğu Kültürü var. Ama doğunun başına 'orta' eklediğim zaman işler değişiyor, yazıma sanki bir bomba düşüyor, çocukların çığlıkları yükseliyor, özlem ve acı birbirine giriyor ve etrafı bir pus kaplıyor. Orta Doğu, kan demek; Orta doğu, savaş demek; Orta Doğu, özlem demek.

   Okumaya başladığım zaman neyle karşılaşacağımı pek bilmiyorum. Nedensiz bir şekilde Doğu'nun Limanları'nı okuma istediği çöktü ve ben de bu isteğe karşı koyamadım, sayfaları birer birer çevirmeye başladım. Savaşın ve kaybedilmiş bir aşkın öyküsünü okuyacağımı hiç tahmin etmemiştim.

   Beyrut, Paris ve yer yer Filistin arasında gidip geliyor bu iç sızlatan öykü. Aslında başlangıcı İstanbul'da yapıyor, oradan Adana'ya uzanıyor ve Ermeni olayları nedeniyle Beyrut'a doğru yolculuğuna devam ediyor. Asıl olaylar bundan sonra başlıyor. Türk bir baba ve Ermeni bir annenin çocuğu olan İsyan'nın, Yahudi bir kıza aşık olmasıyla da olaylar iyice şekillenmeye başlıyor.  II. Dünya Savaşı'nda Paris'e, Arap-İsrail savaşında da Beyrut'a doğru bir yolculuğa çıkartıyor. Roman, savaşın savurduğu hayatlara kırık bir pencereden bakmamızı sağlıyor.

    Savaşın anlatıldığı ama romanın merkezinde insanın olduğu bir kitap Doğu'nun Limanları. Bana öyle geldi, merkezinde daha çok insanın olduğunu hissettim. Başından sonuna kadar savaşın o gri havası hissediliyor ama savaş romanın arka planında seyrediyor. Ancak savaşın arka planda seyretmesi kitabı asla kötü yapmamış. Diğer türlü olsaydı, bu kadar seveceğimi düşünmüyorum. Bu kitap bir insanın öyküsü olarak okunmalı bence. Sevmiş, kabullenmiş, aşık olmuş, gelecek hayalleri kurmuş ve en önemlisi de derinden özlem duymuş bir insanın öyküsü. İsyan, öyküsünü kendi ağzından anlatıyor. Bu sayede başkarakteri vakit kaybetmeden benimsedim. İsyan dedim değil mi? Ne kadar ilginç bir isim! Adının bir öyküsü var elbet ama adı gibi değil kahramanımız. Ruhunda bir kabulleniş, bir teslimiyet var. Kitap, samimi bir havaya sahip. Bende uyandırdığı en büyük izlenim bu oldu. Bu samimiyeti Batılı yazarlarda hiç hissetmedim. Khaled Hosseini'nin Uçurtma Avcısı'nda ya da Zülfü Livaneli'nin romanların da hissettiğim aynı samimi hava, Doğu'nun Limanları'nda var. Bu durum, Doğu'ya özgü bir şey olsa gerek. Olaylar da bize hiç yabancı değil, biliyoruz ki hâlâ Orta Doğu'da akan kanlar dinmiyor. Orta Doğu için belki de nimet olan kültürel zenginlik, tam tersine buranın karabasanı oluvermiş. Bu gerçeği kitap okuyucuya bir kez daha gösteriyor. İnsanların kendi seçimlerinde nasıl kontrolü kaybettikleri, hayatın insanlara acımasız oyun oynamaktan asla bıkmadığı, insanların nasıl acılar çektiği gerçek bir duyguyla okunuyor. Amin Maalouf, ''İnsanlar sadece insan oldukları için bir arada yaşaya bilirler mi? Dil, din ve ırk gibi farklılıklar insanların barış içinde yaşamasına engel mi?'' gibi soruları insana sorgulatıyor. Cevabını da romanın kendisi veriyor.

    Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı Doğu'nun Limanları. İçinde bol bol altı çizilesi cümle vardı. Akıcı diliyle de yormuyor. Yapı Kredi Yayınları'nın da kalitesi ve çevirisine diyecek yok. Çok fazla kalın olmayan, istenirse bir günde bitebilecek bu samimi eseri en kısa zamanda okumanızı tavsiye ederim. Ben, Amin Maalouf çok sevdim ve eserlerini okumaya devam edeceğim inşallah. Esen kalın. :)

Altını Çizdiklerim
  • - İlk neyi konuşalım, diye sordu.
           - En kolayı, en baştan almak. Doğumunuzdan...
             İki koca dakika ağzını hiç açmadan gezindi. Sonra, bir soruyla karşılık verdi.
           - Bir inanın hayatının doğumuyla başladığına emin misiniz?
  • "Gerçek üstatlar" derdi, "insana farklı gerçeklikleri öğretenlerdir"
  • Aşk ilk günkü gibi kalabilir, heyecan da öyle. Aylar da geçse, yıllar da geçse. Hayat, insana bıkkınlık verecek kadar uzun değildir.
  • Zaman denen şey bir yanılsamadır. Geçmişin, saatlerin ve günlerin ve haftaların ve on yılların kül kadar ağırlı vardır; gelecek zamansa, isterse sonsuza dek sürsün, saniye saniye yaşanır.

4 Aralık 2014 Perşembe

Silo - Hugh Howey

Silo
Hugh Howey
MonoKL Edebiyat
Çeviren: Mehmet Rasim Emirosmanoğlu - Gökhan Sarı
517 Sayfa
Puanım:★★★


    Kimilerinin uydurduğu yalanlar, kimilerinin gerçekleri olabilir. Özellikle günümüzde bilginin bu kadar yoğun olmasından kaynaklı bir durumun sonucu olarak herkes her söylenene inanıyor ve asla bilginin doğruluğunu veya gerçekliğini sorgulanmıyor. İşte post-apokaliptik bir dünyada yaşayan Silo'nun insanları da hayatlarını bir yalanın üzerinde yaşıyorlar. 

   Kitap okuyucuyu uzak bir gelecekte atmosferin zehirli gazlar ve toz bulutlarıyla kaplı olduğu bir dünyaya götürüyor. Açık atmosferde yaşamanın olanaksız olduğu içinde insanlar çareyi yer altına yaptıkları Silolarında sürdürmeye devam ediyorlar. Silo, 144 kattan oluşan ve kendi içinde 48'er katlı 3 bölümden oluşan hiyerarşik bir  yapıya sahip. Bu bölümler En derin, Orta Katlar ve En Tepeden oluşuyor. Orta katlardaki IT ise ayrıcalıklara sahip bir bölüm. Öyle ki tüm olayların düğüm noktası da bu bölüm. Silo'da güçlü bir iş bölümü var ve tüm işler tıkırında gidiyor. Yalnız bir sorun var ki asla dışarısı hakkında konuşmak kesinlikle yasak.  Hatta orayı düşünmek bile yasak. Silo halkının en büyük tabusu dış dünya. Dış dünyadan alınan tek görüntü ise Silonun tepesindeki kameralardan alınan gri bir gökyüzü, ölü topraklar ve viran bir şehir. Dışarının böyle olduğu konusunda herkes hem fikir ve insanlar buna o kadar inanmışlar ki ezelden beri dünyanın böyle olduğunu düşünüyorlar. Ama dışarıyı merak edenler, sorgulayanlar ve kendilerine sunulan doğruların gerçekliğinin peşine düşenlerin çizdiği bir roman Silo. Kara bulutların hakim olduğu bu dünyada en ufak suçlar bile affedilmiyor ve suçlular temizliğe gönderiliyor. Temizlik de neyin nesi mi dediniz? Ee, bunu da güzel romanı okuyup öğrenin bence. :)



    Kitap okunmaya başlar başlanmaz çok büyük bir gizem sunuyor okuyucuya. Yazar gerçekten merak unsurunu çok iyi kullanmış, okudukça gelen cevaplar yeni soruları doğuruyor. Kitap acabalar, nasıllar ve nedenler ile geçiyor. Yer yer ters köşeye yatırmaktan da kaçınmamış yazar. Haha işte yakaladım dediğim anda bile tahminlerim tam olarak tutmadı. Kitabın belki de en iyi özelliği olayların gizemini çözerken yazar tüm ipleri eline almamış, ''Hey! Romanı okuyan kişi, öyle çayını kahveni falan alıp da rahat rahat okumak yok, gir içeri sen de katıl bu koşuşturmaya bu gizeme'' demiş. Benim en sevdiğim okuma seklidir aktif okuma. Bu yüzden de kitabı sevdim, yeni çıkan kitaplar içinde en iyilerinden olabilir diyorum. Özellikle söylemem gerekirse son dönemlerde popüler kültürün kendi topraklarına kattığı distopya kurgulardan bir kaç adım önce bir kitap Silo.

    Okurken zihnimi en çok meşgul eden şey ''Kendi özgürlüğümüzü sadece ve sadece yine kendimiz engelleyebiliriz'' düşüncesi oldu. Hiçbir otorite, hiçbir baskı ya da hiçbir kimse özgürlüğe zincir vuramaz. Dediklerim kitabın hemen hemen her anında vardı. Sorgulayanlar ve kendi özgürlüğünü arayanlar  Silo'nun kaderini değiştirdi. Ayrıca kitlelerin yalanlarla nasıl ikan edildiğini, insanların körü körüne nasıl bağlandıklarını çok güzel bir şekilde toplumun üzerinden açıklamış.  Açıkça görülüyor ki yalanlar üzerine kurulmuş bir otoritenin en tehlikeli düşmanı düşünen insanlardır.




    Son olarak belirtmem gerekirse üç kitaptan oluşan bu serinin ilk kitabı Silo'yu okumanızı öneririm. Akıcı dili ve kendi içine geçen kurgusu ile okuyucuya güzel vakit geçirtirken aynı zamanda düşünmeye, olayları kavramaya bazı yerlerde ise günümüz ile kıyaslamaya itiyor. Okumanızı tavsiye ederim. Tek bir noktada eleştiri yapabilirim, o da bazı yerlerde paragraflar biraz uzun tutulmuş gibi geldi. Su altında hareket eden bir kabarcığın bir paragraflık betimlemesi bana fazla geldi. Bunun dışında hiç bir sıkıntı yoktu.Umarım yayınevi çok bekletmeden ikinci kitabı da yayımlar. Kendilerine sorduğumda yayın tarihi için Şubat 2015 dediler. Merakla bekliyor olacağım. Kendinize iyi bakın, esen kalın. :)

Altını Çizdiklerim

  • Yaşınız ilerledikçe elinizin uzandığı her şeyi sıkı sıkıya kavramamız gerektiğini bilirdiniz. Nihayetinde başka şeyler kayıp giderdi.
  • Bazı insanlar virüs gibidirler. Veba gibi yayıldıklarını görmek istemiyorsan siloyu onlara karşı aşılarsın olur biter. Hepsini ortadan kaldırırsın.

5 Ekim 2014 Pazar

#BookChallengeTag



Sosyal medyada dolaşan kitaplar ile ilgili güzel bir etkinliğe sağ olsun Kronik Okur davet etmiş. Çok sevindim etkinliğe davet edildiğim için. :) Teşekkürlerimi bir kez daha sunuyorum.

1.İlk Hayranlığım: İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit

Kitap okumaya maalesef üniversiteye başlayınca alışkanlık haline getirdim ve birçoğumuz gibi ben de polisiye romanlar ile okuma alışkanlığı kazandım. İçlerinden okuduğum ve aynı zamanda ilk okuduğum Ahmet Ümit eseri olan İstanbul Hatırası beni çok etkilemişti. Hem sevdiğim ve doğup büyüdüğüm şehrin tarihini anlatması, hem de merak uyandırıcı bir kurgusu olması beni çok etkilemişti. Hâlâ tavsiyelerim arasındadır. Polisiye okurken kadim kent İstanbul hakkında bir şeyler öğrenmek isteyenlere için birer bir İstanbul Hatırası.

2.Favori Serim: David Hunter Serisi - Samuel Beckett

Dört kitaptan oluşan serinin henüz son kitabını okumasam da polisiyeler içindeki favorim. Antropoloji ve otopsi ögeleriyle bezenmiş sürükleyici bir seri. Hatta sadece 3. kitabına kadar okuduğum ve beni biraz sıkan Rizzoli-Isles'den kat ve kat üstün bana göre. :) Arada böyle ağır kitaplar arasında okunabilecek film tadında, aynı zamanda baş karakterin iç dünyasını da iyi yansıtan güzel ve kaliteli polisiye serisi. 




3.Favori Kitabım: Hiç düşünmeden söyleyebilirim. Suç ve Ceza

Hangi kitap bu kadar derinden sarsabilir insanı? Nasıl bir anlatım, nasıl bir psikolojik tahliller onlar! Karakterin nefes aldığını hissedebiliyor insan. Daha fazla anlatmaya gerek yok sanırım.

4.Favori Erkek Karakterim: Raskolnikov - Suç ve Ceza

Favori kitabım Suç ve Ceza olunca doğal olarak favori karakterim de Raskolnikov oluyor. Evet, kabul ediyorum. Hastalıklı bir zihni ve uçarı düşünceleri var ama beni Raskolnikov'a çeken bir şeyler var. Sanırım bunun nedeni Dostoyevski'nin muhteşem anlatımında gizli. Ah Raskolnikov ah. Bir çay içmek isterdim seninle aykırı çocuk. :)


5.Favori Bayan Karakterim: Maya Duran - Serenad

En son okuduğum kitabın anlatıcısı olan Mayan Duran bana en samimi gelen bayan karakterlerden. Nedeni, Zülfü Livaneli'nin özgün düşüncelerini Maya Duran'ın ağzından aktarmasından kaynaklı olduğu düşünüyorum.






6. Favori okuma saatim: Gece

Herkes elden ayaktan çekilince ve ortalığa derin bir sessizlik çökünce okumak gibisi yok. Somut dünyadan kendimi soyutlaştırıp kitapların dünyasına girmeyi, onlar ile birlikte rol almayı ve adeta kendi filmimi çekmeyi çok seviyorum. Bazen zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.


Ben de

Rafına Sığmayanlar

Kitap Her Yerde

Kitap Eylemi

Eskiden çok eskiden

öz'ün kitap tutkusu'nu

bu güzel etkinliğe davet ediyorum. :)


20 Eylül 2014 Cumartesi

Serenad - Zülfü Livaneli

Serenad
Zülfü Livaneli
Doğan Kitap
481 Sayfa
Puanım:★★★
   
    Zülfü Livaneli'nin kalemiyle bu yaz başında okuduğum Son Ada ile tanıştım. Son Ada'ya hayran kalmıştım; Serenad ile de artık Zülfü Livaneli başucu yazarım oldu. Mükemmel bir kitap, müzik gibi insanın ruhuna işliyor. Dili ile insanı büyülü kelimeler örülmüş bir saraya götürüyor ama işlediği konunun gerçekçiliğiyle de sağlam bir tokat atıyor okuyucuya.

    Başlamadan önce belirteyim bu kitap kesinlikle salt bir aşk hikayesi değil.  Sadece aşk hikayesi demek, kitabın ele aldığı onca konuya yazık olur. Evet, aşkı merkez alan bir olay örgüsü var; ama içtenlik ve gerçekçi bir yaklaşımla dünyaya da ışık tutuyor. Hoş, artık dünya o kadar karanlık ki artık hiçbir ışık aydınlatamayacak gibi gözüküyor.

   87 yaşındaki bir Alman profesörün İstanbul'a gelmesiyle başlıyor hikaye. Kitabımızın anlatıcısı İstanbul Üniversitesi halkla ilişkiler sorumlusu Maya Duran, profesörü karşılamaya gidiyor. Profesör Maximilian Wagner, daha önce Nazi Almanya'sından kaçıp İstanbul'a gelmiş, birkaç yıl İstanbul Üniversitesi'nde görev yapmış ve acılarını burada bırakıp Amerika'ya gitmiş. Profesörün İstanbul'a tekrar gelişi,  Maya Duran'ı ve onunla beraber beni de uykudan uyandırıp tarihi gerçekleri soğuk bir rüzgar misali iliklerime kadar işletti diyebilirim. Hem de çok uzaklarda değil, yanı başımızda ve sadece 70 sene önce yaşanmış gerçekler. Peki, nedir bu gerçekler? Kitabı baltalamak için kısacık bahsedebilirim ama bunların öğrenilmesi için herkesin okumasını tavsiye ediyorum.

    Kitap aslında birçok tarihi konuyu barındırıyor: Hitler dönemi, Anadolu'da yaşanan acılar, daha önce adından dahi haberdar olmadığım Hitler zulmünden kaçan ve onları Filistin'e götüren ama her zamanki gibi iktidarların elinde sakız olup kaderine terk edilen Struma Gemisi ve Kırım Türkleri'nden oluşan ve II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yanında savaşmış, savaş sonucu da o dönemin Ankara hükümetinin diplomatik başarısızlığı ve bence biraz da korkusu ile Sovyet Rusya'ya teslim edilen  Mavi Alay. Hepsi zulmün ve zalimliğin kanıtları. İnsanların dili, dini ve ırkı farklı olsa da çektikleri acıların hepsi aynıdır. Buna Profesör Wagner'in karısı Yahudi Nadia da dahil. Şu bir gerçek ki acı, ne dile ne dine ne de ırka bakıyor. Acı asla kimliğe bakmadan insanı kemiriyor. Dünya'nın birçok yerinde insanlar acılar çekti ve hâlâ insanlar acı çekmeye devam ediyorlar. İktidarların, para babalarının elinde bozuk para gibi harcanıyor masum halk. Sanırım eline insan kanı bulaşmamış hiçbir devlet yok. Evet, kabul ediyorum; ideal devlet veya ideal toplum oluşturmak imkansız ama barışçıl ve adil bir devletin ve insani yönden güçlü bir toplumun oluşturulması zor değil. Bunun için önce toplumun kafa yapısını değişmesi gerekiyor. Gözümüzü kaplayan ön yargı perdesini kaldırmamız gerekli. Merak etmeliyiz, (Tabii başkalarının özel hayatı değil. Şu an toplum olarak başkalarının hayatlarını merak etme konusunda bir numarayız.) araştırmalıyız, eylemlerimizi sorgulamalıyız. Neyse, ben yine toplum felsefesi yapmaya başladım, bu konuda durmadan yazabilirim. Değerli okuyucularımı sıkmak istemediğim için burada kesiyorum ve sözlerimi toparlıyorum. Daha önce okuduğum Sineklerin Tanrısı'ndan da anladığım kadarıyla insanın genlerinde az ya da çok zalimlik var. İyi bir insan olup doğru işler yaparak bu zalimliği yok ediyoruz, ama kötü tarafa bir kere yöneldi mi insan, zalimliğin ardı arkası kesilmiyor. İşte burada, Zülfü Livaneli alt metini hümanizmle doldurarak biraz da okuyucuya yol göstermiş. Karşımızdaki insanı yargılamadan önce hepimizin insan olduğunu hatırlamamız gerektiğini çok çok iyi vurgulamış.

    Kitabın çok naif bir dili var. Basit ve akıcı dille yazılmış. Edebi, uzun ve süslü cümleler yok. Son Ada da gördüğüm yazım tarzı bunda da mevcut. Olaylar birinci tekilin ağzından ve acemi bir yazardan dökülen sözcüklermiş gibi anlatılıyor. Aslında benim için bir kitabın çok yalın olması  handikap; ancak Zülfü Livaneli hikayeyi bir ahenkle o kadar güzel doyuyor ve bir bütün olarak ona öyle bir canlılık katıyor ki bu eksiklik çok az derecede hissediliyor. Çok az dedim; çünkü açıkçası biraz daha edebi olabilirdi diye düşünmeden de edemedim. Canlılık demişken, gerçekte Maximillian Wagner diye biri yaşamış mı diye araştırma yaptım. Olayların tarihi gerçeklerden alındığını biliyordum; ama kahramanlar bile o kadar gerçekçi yazılmış ki insan, ''romandaki kahramanlar gerçekmiş'' kanısına düşüyor.

   Yazımı bitirmeden önce bir kaç şeyden daha bahsetmek istiyorum. Kitapta yer yer bizim toplumumuza ait güzel ve yerinde tespit ve çıkarımlar, aynı zamanda günlük hayatta birçok yerde karşımıza çıkabilecek tipler vardı. Özellikle Türk ailesi ve toplumu hakkındaki tespitler çok yerindeydi. Zaman zaman gülümseten zaman zaman da düşündüren bu kısımları okurken çok keyif aldım. Zülfü Livaneli çok iyi bir gözlem gücüne sahip olduğu anlaşılıyor. Mutlu ve huzurlu günler dilerim. Herkese keyifli okumalar. :)


Altını Çizdiklerim

  • Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru, insanlara karşı kendini koru! 
  • İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer. Sana hep ihanet eder ama sen yine de onu sevmeye devam edersin.
  • Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun! Peki, sen ne görüyorsun bakalım. İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.
  • Diyorum ki, savaş kararı alacak olan liderin, mesela George Bush'un,bu kararı almak için bir çocuğu elleriyle öldürmesi şartı konsa. Nasıl olsa binlerce çocuğun idam kararını imzalıyor, bunu yapmak için tek bir çocuğun canını alması gerekse iyi olmaz mı? Çünkü kendileri sıcak ofislerinde bir imza atıyor, bir damla kan bile görmeden yaşıyorlar.Ama bombardımanlarda yüz binlerce çocuk ve kadın ölüyor. Başkanın suçu yok, emir kulu pilotun suçu yok, o zaman suç kimde? Bu insanları basılan bir düğme mi öldürüyor? 

7 Eylül 2014 Pazar

Ara Sıra Bazı Bazı

    Herkese Merhabalar, :)

    Daha önce her kitap için ayrı ayrı yazılar yazmıştım ama bundan sonra bazı kitaplar için bu şekilde toplu  bir yazı yazmaya karar verdim. Hem daha derli toplu olur hem de okuyup beni çok fazla etkilemeyen kitaplar için daha sade anlatım oluştururum diye düşündüm. Evet, başlayalım mı?


Amok Koşucusu
Stefan Zwieg
Can Yayınları
191 Sayfa
Çeviren: İlknur Özdemir
Puanım:★★★

    Bu kitapta herkes ölüyor! o-O Hemen üstüme gelmeyin, durun yahu. Önce bir dinleyin. :) Kitap yedi öyküden oluşuyor ve öykülerin hepsi intihar temalı. Kitap karakterlerinin hayatları uçurumun kenarında süzülüyor ve ufacık bir rüzgarda da engin sonsuzluğa düşüyor. 

    İntihar, insanın kendi hayatına kendi elleriyle son vermesi. Bu kelimeler duyulur duyulmaz insanın içinde bir ürperti salık verir. Stefan Zwieg işte bu ürpertiyi kelimelere dökmüş, karakterlerin son anları çok iyi anlatmış. Zaten yazar da kendi hayatına kendi elleriyle son vermiş, gençliğinden beri bu düşünceye saplantılı kalmış. Bu olguyu bu kadar başarılı anlatmasının nedeni de bu bence. Ama hikayelerin akıcılığı ve okunabilirliği konusunda aynı şeyi söyleyemiyorum. İçimi sıkan, bunaltan kasvetli bir havası vardı öykülerin. Daha önce okuduğum Satranç kitabında da olan psikolojik çözümlemelerin benzerleri mevcuttu. Karakterlerin psikolojik durumları çok güzel tasvir edilmişti; ama bir Satranç değil! ''Bir insan neden intihar eder?'' sorusuna, bana göre kısmi olsa da bir yanıt verdi; ama bu düşünceye karşı bir duruşum olduğu için midir bilinmez, intiharları bir türlü hazmedemedim. Kitabın rengi kesinlikle simsiyahtı. Okudukça sanki acılarla sulanmış topraklara gömüldüm. En sonunda bitti ve tekrar yeryüzüne çıktım. Etrafıma bakındım, güneş ışıldıyor, sonbaharın ayak sesleri duyuluyordu. Yaşamak güzeldi.

Simyacı
Paulo Coelho
Can Yayınları
182 Sayfa
Çeviren: Özdemir İnce
Puanım:★★

    Seni hiç sevmedim süt oğlan. Zaten babanı da hiç sevmezdim...

    Oysa ki umutlu çıkmıştım seninle bu yolculuğa. Hakkındaki söylenenler umurumda değildi. Sevmek istemiştim sadece. Söylenenleri yalancı çıkaracaktın. Neden olmadı? Sebep neydi ki?

    Evet dostlar, anlaşılacağı gibi bu kitapta büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Sevmek için zorladım, ama olmadı. Çoban Santiago'nun bir düş görmesi ve o düşün peşinde Mısır Piramitlerine uzanan yolculuğunu anlatıyor kitap. Çölle konuşuyor, rüzgar oluyor, böyle garip şeyler yaşanıyor kitapta. Genel olarak verdiği mesajlar çok sıradan geldi ve Evrenin Ruhu lafından fazlasıyla sıkıldım. Bu tarz düşünceler bana fazlasıyla bayağı geliyor nedense. Duyduğum an kaçasım geliyor. Her şeye rağmen sevdiğim kısımlar, sayfalar olmadı değil. Kitabın sonunda verdiği mesaj da yüzümde bir tebessüm oluşturdu; ancak bundan da öteye gidemedi. Ha bir de dili akıcı ve sade masalsı bir anlatıma sahip. 
    
    Şimdi başka yolculuklara yelken açma zamanı. Sizlere çok sevdiğim bir şarkıyla veda ediyorum ve sahneyi Bulutsuzluk Özlemi'ne bırakıyorum. İyi okumalar ve keyifli dinlemeler herkese. :)



Bu arada ben Mim yazısı yazacaktım değil mi? Unuttum sanmayın, geliyor o da. :)

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

Cesur Yeni Dünya
Aldous Huxley
İthaki Yayınları
Çeviren: Ümit Tosun
333 Sayfa
Puanım:★★★

Herkes herkese aittir.


    Cesur Yeni Dünya'ya hoş geldiniz. Kemerlerinizi bağlayın. Özgürlüklerinizi olduğu yere bırakın. Aşkmış, sevgiymiş, hüzünmüş, ahlâkmış, onlar da ne öyle! Atın atın, hepsini atın. Çok gereksizler. Burada herkes mutlu, kimsenin düşünecek zamanı bile yok. Aaa yapmayın, çekingen olmayın canım. Geldiğiniz yerden hiç de farkı yok burasının. Siz orada gölgesini gördünüz belki ama artık gerçeğiyle tanışma vakti. Acele edin!


    F.S* 632 yılında yani 26. yüzyılın Londrası'nda  geçiyor hikaye. Başlamadan belirtmek istiyorum, kitabın bilim kurgu olduğuna itiraz etmem ama bana biraz daha kabuslar ile dolu bir kehanet gibi geldi. Ayrılmış vahşi bölgeler hariç dünyanın tamamında totaliter bir rejim kurulmuş. Savaşlar ve hastalıklar yok edilmiş. 'Uygarlık' alabildiğine istikrarlı bir şekilde hüküm sürüyor. Bu uygarlıkta anne-baba yok. Ebeveyn kavramı müstehcen ve ayıp algılanıyor.  İnsanlar Kuluçka ve Şartlandırma Merkezlerinde seri şekilde üretiliyor ve embriyonun gelişim süresince çeşitli müdahalelerle sınıflara ayrılıyor. Toplum alfa, beta, gama, delta ve epsilon şeklinde zeka seviyelerine göre sınıflandırılmış vaziyette. Üretimi robot gibi olan insanın hayatı da bir robottan farksız durumda. Merkezde üretilen insanların yaşayacakları hayatlar önceden çiziliyor. Bokanovski denilen bir yöntem sayesinde döllenmiş yumurtaların gelişimi durdurularak tomurcuklanması sağlanıyor ve böylece tek bir yumurtadan bir sürü birbirinin tıpatıpı insanlar üretiliyor ve çeşitli üretim fabrikalarında işçi, daha gerçekçi olmak gerekirse köle olarak kullanılıyor. Tabii böyle bir uygarlıkta sanat, bilim ve kitaplar da yok. 

    Oluşturulan toplumda herkes mutlu. Aslında insanların tamamı sahte bir mutluluk çukuruna gömülmüş durumda; ama bu sahte mutluluk sistemin içindeki insanlara öyle bir işlenmiş ki hiçbiri farkında bile değil. Bireyselliğin olmadığı toplumda, kişilik tamamen tahrip edilmiş ve insani duygulardan arındırılmış bir yaratık oluşturulmuş. Hayatın temeli hedoizm; yani hazcılık üzerine kurulu. Tabir-i caizse herkes uçkur peşinde. Herkes istediği kişiyle beraber olabiliyor. Bir insana bağlanmak tuhaf karşılanıyor. Kötü hissetmeye de asla yer yok ama olur da kötü hissederseniz çaresi var. Devlet tarafından yasal üretilen ve dağıtılan 'soma' adlı uyuşturucu alıyorsun ve kafan tamamen boşalıyor. Böylelikle zaten düşünemeyen beyinler daha da uyuşturuluyor. Peki, katı bir kast sistemine sahip  ve her türlü sevginin, aşkın, ahlakın yok edildiği bu toplulukla düzen nasıl sağlanıyor? Hipnopedya sayesinde. Doğduğu andan itibaren tüm insanlara uykularında belirli bir basmakalıp söylemler dinlettiriliyor ve uykuda eğitim sayesinde insanlar söylenenlere inandırılıyor. Bu şekilde toplumsal istikrar korunuyor. Örneğin bir beta kendi sınıfından memnun, asla sınıfını veya hayatını sorgulamıyor. Bu anlatılanlar benim kulağıma hiçte yabancı gelmedi. Yaşadığım dünyaya bakınca, insanların insan olduklarını unuttuğunu hemen hemen her yerde görünce, Aldous Huxley'in ne kadar ileri görüşlü bir yazar olduğunu anladım.
     Bu  kitapta o kadar çok konuya değinilmiş ki içlerinden bir kaç tanesinden bahsetmek istiyorum; çünkü kitabın alınıp okunması taraftarıyım, hatta kitabı henüz okumadıysanız hemen bir kitapçıya koşun derim. Cesur Yeni Dünya okumayanın çok şey kaybedeceği bir kitap. Pamuk eller kitaplara. :) 

    Evet, öncelikli olarak hipnopedya ile yapılan algı yönetiminden bahsetmek istiyorum. Cesur Yeni Dünya toplumuna uygulanan algı yönetiminin şu anki dünya toplumuna da birçok vasıta ile uygulandığını düşünüyorum. Televizyon ve internet bunun başını çekiyor. İnsanların değer yargıları değiştiriliyor, düşünmeleri engelleniyor. Doğru veya yanlış ayrımında çok fazla karmaşa mevcut ve bu karmaşıklık git gide artıyor. Kimse doğru veya yanlış ayrımı yapmıyor/yapamıyor. Davranışlar sorgulanmıyor. Belirli bir kılıflara uyduruluyor. Aynen kitaptaki gibi hazcılık hayatın sanki tek gerçeğiymiş gibi gösteriliyor. Geçmişten beri insanların sığınağı olan kitaplar bile bazı yeni çıkan kitaplar sayesinde artık bu algı yönetimine hizmet ediyor. Kitabı okurken yazılanları kendi yaşadığım dünya ile örtüştürmemem imkansızdı ve zihnim git gide karanlığa gömüldü. Geleceğe dair olan umut ışıklarım söndü. Artık elde avuçta kalanlar ise sadece umut kırıntıları...

    Kitapta benim ilgimi çeken diğer bir yön ise tüketim. İnsanlar çocukluktan beri deli gibi tüketmeye şartlandırılmış durumdalar. Eskidiyse at gitsin. Hemen yenisini al. Günümüzün marka-moda çılgınlığı gibi sınırsız bir tüketim var. Tüket tüket ve gezegeni yok et. Cesur Yeni Dünya'da boş zamanında öyle kitap okumak, düşünmek hatta arkadaşlarla muhabbet etmek bile yok. İnsanlar golf veya duyusal haz filmleriyle vakit geçiriyor. Ölümden bile toplumsal fayda güdülüyor ve fosfor elde edilmek için ölüler yakılıyor. Ölüm korkusunun izleri silinmiş durumda ve insanlar ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Şuan ki dünyada da bu durum pek farksız değil. Öleceğini bile bile yaşayan tek canlı insandır, ama günlük meşgalede bu durum asla aklımıza gelmiyor; zevkler, ihtişam, para ölümü sürekli maskeliyor. Doğal olarak yaşama içgüdüsü her zaman baskın gelebilir ve böyle olması gereklidir ancak ölümü hatırlamak hayatta daha az hataya düşmemize yarar. En azından 'vicdanlı' bireyler olmamızı sağlar; çünkü vicdan ruhun aynasıdır.


    Benim kitap hakkındaki diyeceklerim bunlarla sınırlı değil aslında. Bahsetmediğim, bahsetmekten çekindiğim birçok şey var ama daha fazla yazarsam kitabı büyüsünü bozmaktan korkuyorum. Sadece kitabın başında akıcılıkta çeviriden kaynaklı bir sorun hissettim, ama sayfalar ilerledikçe çeviri daha duru bir hale geldi ve sayfalar akıp gitti. Ufak bir yazımla sizlere veda etmek istiyorum. Mutluluk hayatın tek amacı olmamalıdır. Hayat sadece tek bir duygu ile değil, duygular denizine yelken açıldığında insana keyif verir. Acı, insanı olgunlaştırır. Hüzün, direnmeyi öğretir. Aşk ise ah aşk hayatın ta kendisidir. 

     Esen kalın, herkese keyifli ve bol okumalı günler diliyorum. :)

*F.S: Henri Ford'un "T" modeli otomobili ürettiği yıl milat kabul edilmiştir.

Altını Çizdiklerim 
  • Eğer doğru kullanırsan sözcükler X ışınlarına dönüşebilirler -her şeyi delip geçerler. Okursun ve delinirsin.
  • Eğer farklıysan, yalnızlığa mahkum oluyorsun. Yalnız olana acımazsız davranıyorlar.
  • İnsan mutluluk konusunu düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu! 
  • Çok hoş, dedi Denetçi. Fakat uygar ülkelerde, uğrunda çapa yapmadan kızları elde edebilirsiniz; üstelik sokan sinek ya da sivrisinekler de yoktur. Yüzyıllar önce köklerini kazıdık.  Vahşi kaşlarını çatarak başını salladı. Köklerini kazıdınız. Evet, kesinlikle sizin tarzınız. Katlanmayı öğrenmek yerine tatsız olan her şeyin kökünü kazımak. Hangisi daha onurludur usumuzca, acımasız kaderin sapan taşları ve oklarına katlanmak mı, yoksa silah kuşanıp karşı koyarak son ver mi dert yağmuruna... Ama siz bunların hiç birini yapmıyorsunuz. Ne katlanıyorsunuz, ne de karşı koyuyorsunuz. Yalnızca sapan taşları ve okları siliyorsunuz yeryüzünden. Kolayına kaçıyorsunuz.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Kaplumbağalar - Fakir Baykurt

Kaplumbağalar
Fakir Baykurt
Literatür Yayınları
363 Sayfa
Puanım:★★★
___________________________________________________________________________

 Oturup yazdım.  Kaplumbağalar odur onlarındır.
   Acı, buruk bir roman oldu. Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işleriyle uğraşan okuryazarlarımız, yumrukçu, ya da nemegerekçi aydınlarımız okuyacaklar. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar, bilmiyorum. Ama ben romanımı 
asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumalarını, severlerse onların sevmelerini, ıslıklarsa onların ıslıklamalarını isterdim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirirdi. 
Belki bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur. 
Gün doğmadan neler, ne tosun kızlar, oğlanlar doğar!                                                               
___________________________________________________________________________    
    Bu topraklardan, buram buram Anadolu kokan kitap okumayı özlemişim. Bizden hikayeler okumayı, sokağa çıksam sanki karşımda beliriverecekmiş gibi gelen karakterler ile bezenmiş kitapları seviyorum. Ve doğal olarak bu özelliklerin hepsine sahip olan bu kitabı ben çok sevdim.

   Bütün özellikleriyle tam bir köy romanı. İç Anadolu'nun kıraç bozkırlarındaki sahipsiz bırakılmış küçük bir köy olan Tozak'ta geçiyor olaylar. Köy Ankara'nın yanı başında olmasına rağmen adeta unutulmuş. Ne suyu var ne de güzel bir yolu. Ağacı, bağı, bostanı bile yok. Köylüler ancak dize kadar yetişen buğdaylarla geçinmeye çalışıyorlar. Bazen evlerde pişen tek yemek bulgur oluyor. Köyün bir de akıllı delisi var: Kır Abbas. Huysuz ve inat bir yaşlı ama hiç kimseden korkusu yok. Mert ve sağlam duruşundan hiç ödün vermiyor. Köyün bir okulu hatta ve hatta öğretmeni yok. Köylü çocukların eğitimlerini köy ahalisinden Eğitmen Rıza veriyor. Bir gün Eğitmen Rıza'nın aklına parlak bir fikir geliyor. Kasabada eğitmen olmak için aldığı eğitimlerde öğrendiği bağcılığı, bu ağaçsız ve kıraç köye uygulamaya çalışıyor. Bin bir emek ve gayretle bağ dikiliyor. İşte köylünün başına ne geliyorsa bundan sonra geliyor. Köye gelen memurlar, köyün  fakir ama mutlu yaşantısına çomak sokuyorlar. Köylülerin bürokrasi ile amansız ve bir o kadar da çaresiz savaşı başlıyor.

    Kitabın en temel özelliği gerçekçilik. Köylünün yaşam mücadelesi alabildiğine doğal olarak anlatılmış. Süsleme veya özendirme asla ve asla yok. Köylülerin arasındaki konuşmalar tamamen köylü ağzı ve yerel kelimelerle yazılmış. Bütün diyaloglar gerçekçi ki hatta köye gelen devlet memurlarının konuşmalarında bile en ufak sırıtma yok. Fakir Baykurt, okuyucuyu sanki o köye götürüyor, köyün insanlarıyla tanıştırıyor. Kendimi köye misafir olmuş, onlarla birlikte bütün bu olayları yaşamış ve İç Anadolu'nun bildiğim o yazınki dik sıcağını hissetmiş gibiydim. Köylü hep cahil kalmış, ''Hökümetimiz en iyisini bilir'' demiş. Hayata tamamen teslimiyetçi bakmış. Bürokrasinin önünde boynu hep kıldan ince kalmış. Günümüze gelirsek aslında değişen bir şey olmadığını görüyorum. Köylüler: ''İstanbul'un taşı toprağı altın demiş'' gelmiş, büyük şehirlere yerleşmişler. Köylülük bitmiş, aradan kuşaklar gelmiş geçmiş; ama değişen bir şey yok. Ne yazık ki toplumumuzda cehalet daha hâlâ en büyük sorun. Her olaya teslimiyetçi bakıyoruz. Bilmiyorum sorun kafalarda mı yoksa eğitim sisteminde mi; ancak bir sorunun olduğu su götürmez bir gerçek. İşte böyle; yurdun hamurunu, toprağını, insanını, köylüsünü, şehirlisini çok iyi tanıyan Fakir Baykurt yazmış ta yazmış. Bana göre bir köy destanı ortaya çıkarmış. Aslında ne kadar da değerli yazarları var bu toprakların; ama popüler kültürün etkisinde kalanlar bilmiyor, keşfedemiyor. Fakir Baykurt ile bu kadar geç tanıştığım için de kendime çok ama çok kızdım.

    Bir paragrafta bana göre romanın en sağlam karakteri Kır Abbas'a ayırmak istiyorum. Tozak Köyü'nün asi, inat, deli ama bir o kadarda akıllı kişisi o. Aynı zamanda komik. Özellikle karısı Cennet Kadın ile olan konuşmaları evlere şenlik. Köylülerle ve köye gelen memurlarla olan konuşmalarından ne denli büyük fikir sahibi olduğunu gösteriyor. Köyün aydını, köyün nefesi, köyün aklı Kır Abbas. Her köye, her yere böyle insanlar lazım. Haksızlığa dur diyen, insanları uyandıran biri lazım. Ha bir de kitaba ismini veren kaplumbağalar var. Tozak Kırı'nın gerçek sahipleri, usanmadan yılmadan yaşayan, uzun ömrün sembolü kaplumbağalar. Esen kalın, bir başka kitapta daha görüşmek üzere. :)
Altını Çizdiklerim
  • Ne yaşam var kentlerde? Varsa size var! Ne geçiyor eline bizden oraya gidenlerin? ne olabiliyorlar? Kapıcı, çöpçü, hizmetçi! İstanbul, Ankara'daki avratların sidikli donunu paklayıp apartman yapılarını, garajları, caddeleri bekliyorlar. Sırtlarıyla taş çekip apartman yapıyorlar. Ama içine girip oturamıyorlar. Bekledikleri dükkanların hiçbiri kendilerinin değil. Pakladıkları donlar, bulaşıklar başkasının! Biz dünyaya çöpçü, hizmetçi olmaya mı geldik Emin Bey'im? Burda acımdan ölürüm, gitmem o domuz kentlere ki çöpçü olayım! Diyorsun ki taş devrinden kalma yemekler, tunç devrinden kalma fitilli lambalar, kağnı, karabasan, tuluk... Senin bir şeyden haberin yok ki Emin Bey'im! Yazıyorsun iki çizik, alıyorsun bin iki, bin! Bizim bu kurak topraklarda yediğimiz yemekleri bulamayanlar da var! 
  • Yook, dedi Hamdi Bey. Milleti tenzih ederim! Ölmemiştir, hem de ölmeyecektir! Şu yaz gelince damların üstünde, yıldızların altında yatanlar öyle bin canlı ki, kimse bunu bilmiyor. Bu gelinler, bu çilekeş analar, her kıtlıktan, savaştan, askerlikten sonra milleti yeni baştan fışkırtıyorlar! Çok mutlu bize ki ayrık otu gibiyiz, eşekler kemirdikçe yeniden bitiyoruz. Neden? Hep bu insanların gücünden, onların canlı suyundan! 
Fakir Baykurt

Asıl adı Tahir olan Fakir Baykurt 1929 yılında Burdur’da doğdu. 1948’de Gönen Köy Enstitüsü’nü bitirdikten sonra köy öğretmeni olarak çalışan yazar, 1955’te Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Sivas, Hafik ve Şavşat’ta Türkçe öğretmenliği yaptı. Demokrat Parti yönetimi tarafından öğretmenlikten alınarak pasif bir göreve getirildi. 1958’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan ilk romanı Yılanların Öcü nedeniyle hakkında kovuşturma açıldı. 1960 yılındaki askeri müdahalenin ardından ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-63 yıllarında ABD Bloomington Indiana Üniversitesi’nde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gören Baykurt, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) ve Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun (TÖDMF) genel başkanlığına seçildi. 1969 yılında Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotuna katıldığı için bir kez daha açığa alındı ve 12 Mart 1971’deki askeri darbeden sonra uzun süre tutuklu kaldı. 

Edebiyata şiirle adım atan Fakir Baykurt, yazın hayatını toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla yazdığı kısa öyküler ve köy notlarıyla sürdürdü. Yeditepe, Varlık, Cumhuriyet, Evrensel ve Yön gibi dergi ve gazetelerde çeşitli yazıları çıkan Baykurt, 1955’te öykülerini derlediği ilk kitabı Çilli’yi yayımladı. Bunu, köy yaşamını, köylünün arzularını, sıkıntılarını ve çelişkilerini dile getirdiği hikâye kitapları ve romanları izledi. 
Yalın, şiirsel bir dil kullanan yazar, eserlerinde halka mal olmuş deyişlere ve deyimlere de sıklıkla yer vermiştir. Tırpan ile 1970 TRT ve 1971 TDK ödüllerini, Can Parası (1973) ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Kara Ahmet Destanı’yla Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazanan yazarın Yılanların Öcü adlı yapıtı 1961’de Metin Erksan, 1985’te Şerif Gören tarafından filme çekildi.
11 Ekim 1999’da Almanya’nın Essen kentinde vefat eden Fakir Baykurt’un cenazesi, 1977’den beri yaşadığı Duisburg’da düzenlenen bir törenden sonra İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü (1958), Irazca’nın Dirliği (1961), Onuncu Köy (1961), Kamlumbağalar (1967), Amerikan Sargısı (1967), Tırpan (1970), Köygöçüren (1973), Keklik (1975), Kara Ahmet Destanı (1977), Yayla (1977), Yüksek Fırınlar (1983), Koca Ren (1986), Yarım Ekmek (1998), Eşekli Kütüphaneci (2000) adlı romanları yanında, onlarca hikâye, şiir ve çocuk kitapları yayımlanmıştır. Kitapları çeşitli dillere çevrilmiş, Türkiye’de ve çevrildiği ülkelerde birçok ödül almıştır.

3 Ağustos 2014 Pazar

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü - Victor Hugo

Bir İdam Mahkumunun Son günü
Victor Hugo
İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Volkan Yalçıntoklu
77 Sayfa
Puanım:★★★

   Kitabı okumadan önce sayfa sayısına bakarsın, dersin ki ''Kısaymış ya hemen bitiririm.'' Ve neyle karşılaşacağını kestirmeden okumaya başlarsın ama dikkat etmelisin; çünkü o kitap eğer Victor Hugo'nun kaleminden çıkmışsa seni o kısacık kitabın içine  adeta hapseder, edebiyatın en zengin biçimi ile karşılar okuru. Ölüme mahkum olmuş bir bedenin korkunç trajedisini okurken de ölüm ve hayat arasındaki o ince çizgiyi sorgulatır okuyucuya.  

Giyotin Mekanizması
    Adı sanı, hatta tam olarak niçin ölüm cezasına çarptırıldığını bilmediğimiz mahkumun, giyotin ile idama gitmeden önceki son günlerini okurken hiç bu kadar derinden etkileneceğimi düşünmedim. (Kitabın adı her ne kadar son gün olsa da aslında altı haftalık bir süreyi anlatıyor) Beni çok etkiledi; Victor Hugo'nun kalemine hayran olmamak imkansız. ''Suçu ne olursa olsun bir insan, yaşayan bir beden ölmeyi hak eder mi?'' sorusunu sorguluyor kitap.  Hem de ne sorgulama! İnsanın düşüncelerini değiştirebilecek kadar kuvvetli bir anlatıma sahip. Ölümün gerçekçiliğinin yanında, insanın hayatta kalma arzusunun ne kadar güçlü olduğunu hissettiriyor. Daha en başında, hakkındaki ceza kararı açıklanmadan önce kürek mahkumiyeti cezasına, ''Ölmek yüz kere daha iyidir!'' diyen kahramanımız, idam kararı verildikten sonra idam edileceği günü beklerken konulduğu  kasvetli ve soğuk hücresinde, yalnız başına kalıp düşüncelere dalar ve birden yaşama içgüdüsüne kapılıp, ''Kürek mahkumu olmak istiyorum. Beş ya da yirmi yıl, yahut omzumun kızgın demirler ile dağlayıp ömür boyu küreğe mahkum etsinler. Ama hayatımı bağışlasınlar! Bir kürek mahkumu yürür, gider gelir, güneşi görmeye devam eder.'' diyerek, aslına hayatta kalmanın her şey olduğunu ve tüm yaşamın da bu temele üzerine kurulduğunu çok açık bir şekilde gösteriyor bizlere. Tam da bu satırları okurken birden Suç ve Ceza'dan şu satırlar canlandı gözümde: Acaba nerede okumuştum diye düşünüyordu bir yandan da, ''İdam mahkumunun biri ölümünden bir saat önce, yüksek bir dağın tepesinde, ancak iki ayağının sığabileceği kadar daracık bir yerde yaşaması gerekse, çevresindeyse uçurumlar, okyanuslar, sonsuz karanlıklar, fırtınalar ve sonsuz bir yalnızlık olsa, yine de o bir avuç yerde ömrü boyunca, binlerce yıl, sonsuza dek yaşamanın, o anda ölmeye yeğleyeceğini söylermiş. Yeter ki yaşasın! Yalnızca yaşan! Aman Tanrım, bu nasıl bir gerçek böyle! Bu nasıl bir gerçek! İnsan ne kadar alçak yaratıkmış!''* Birbirini tamamlayan iki muhteşem paragraf. İnsanın her zaman elindekilerinin kıymetini kaybedince anlayacağının kesinkes kanıtı, bu kendi hayatı olsa bile!

Giyotin ile idamın tasviri
    Biraz da Victor Hugo'nun kaleminden bahsetmek istiyorum. Ben kalemine ve anlatım tarzına hayran kaldım. Bir de kitabın 26 yaşında yazdığı ilk romanı olduğunu öğrenince de neden bu kadar övgü aldığını daha iyi anladım. Bir kaç kitabını daha okuduktan sonra Victor Hugo'nın edebi değeri  benim için Dostoyevski'ninki kadar olacakmış gibi gözüküyor. Bir idam mahkumunun, bir suçlunun ölüme adım adım gidişini, onun yaşadığı travmayı ve ölüm psikolojisi bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kısa, öz ve vurucu. Zaten bir yazar kurgu dahi olsa, yazdığın karakterin ruhsal durumunu ve hissettiği duyguları okuyucuya hissettirebiliyorsa bana göre edebi anlamda zirvededir. Hatta ve hatta bunu roman türüne dahil edilemeyecek kadar kısa bir kitapta yapıyorsa ne kadar üstün bir edebi zekaya sahip olduğunun da bir göstergesidir. Mahkumun hücreden duruşma salonuna gittiği basit bir olayı bile o kadar güzel tasvirler kullanarak anlatmış ki okumuyor, sanki yaşıyormuşum gibi hissettim. İnfazı mahkumla beraber bekledim, zamanı dakikaları, ne kadar ömrümün kaldığını saydım. Sayfalar ilerledikçe ölümün o soğuk nefesini ensemde hissettim. Onunla beraber ben de son ana kadar da yaşayabileceği umudunu yitirmedim. Belki dedim, bağışlanması için bir umut, hayatının güzelliğine sarılmak için, her gün görmekten usandığımız masmavi göğü görmesi için son bir umut. Bütün bu duyguların bu kadar derinden hissedilmesinin nedeni sanırım Victor Hugo'nun romantik akımın öncüsü oluşu.

    Benim kitap hakkında söyleyebileceklerim bu kadar. Tabii bir de çeviri var; ama söz konusu İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi olunca hiç bahsetme gereği bile duymadım. Çevirinin kalitesi çok iyi. Her şey iyi güzel ama, ''Peki kitabı tavsiye eder misin?'' diye sorarsanız eğer yazdıklarımdan ne kadar hayranlıkla okuduğum belli olsa bile ben şiddetli okunması gerektiğini söylerim. Zaten incecik; ancak kalınlığı anlam gücüyle ters orantılı bir kitap. Okuyun, okutun. Esen kalın. Keyifli okumalar. :)  

Dipnot: *Suç ve Ceza'yı okumayanlar için kitabın sonu ve içeriği ile alakası olmayan bir paragraftır, telaşa kapılmaya gerek yok. :)
Altını Çizdiklerim
  • “ Bir ölüm kararı soğuk ve yağmurlu bir kış gecesi, meşalelerin ışığında, kasvetli ve karanlık bir salondan başka bir yerde açıklanabilir miydi? Ağustos ayında, sabahın, böyle güzel bir günde bu iyi yürekli jüri üyelerinin böyle bir karar vermeleri imkansızdı! 
  • “ İdam Mahkumu! Tamam, neden olmasın? İnsanların içinde işe yarayan tek şeyin şu cümle olduğu bir kitap okuduğumu hatırlıyorum, insanların hepsi belli belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkumdurlar. O halde durumumda nasıl bir değişiklik oldu ki? 
  • “ Aman Tanrım! Gün batmadan öleceğim doğru mu? İdam edilecek kişinin ben olduğum doğru mu? Dışarıdan gelen o boğuk çığlıklar, şimdiden rıhtımlarda neşeyle toplanan o insan kalabalığı, kışlalarda hazırlanan o jandarmalar, siyah cübbeli o rahip, elleri kanlı o adamlar, bütün bunlar benim için mi? Demek burada kımıldayan, soluk alan, tıpkı herhangi bir masa gibi bu masanın yanında oturan, belki de başka bir yerde olması gereken, dokunan hisseden ve giysilerinde hala kıvrımlar oluşan ben öleceğim! 
  • “ -Delikanlı mı? dedim, sizden daha yaşlıyım; her çeyrek saatte hayatımın bir yılı gidiyor. 

...

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...